Doğa ve Kültür
Kültür, bir düzen yaratmak ve onu gözetmek, düzeni bozan ve bu düzen açısından kargaşa görünen her şeyle mücadele etmektir. Kültür, bir düzeni en iyi, hatta belki de tek iyi düzen olarak göklere çıkarır.
Doğa ile kültürün ayrım çizgisinin eksiksiz olarak nerde çizildiği, elbette hangi becerilerin ve bilgilerin edinilmiş olduğuna ve onları önceden denenmemiş amaçlar için kullanma tutkusunun olup olmadığına bağlıdır.
Fertlerin hem şekillendirdiği hem de uymaya mecburi olduğu normun arkasında duran otorite bir kaide olarak yayılmış halde, sıklıkla anonimdir.
İnsanlara örneğin kulaklarını değil de dudaklarını boyamak ya da herkesin gözü önünde içerken özel bir yerde tek başına işemek gibi şeyleri yaptıran bizatihi kültürün kaçkın, ele gelmez ve soyut oluşudur.
İnsan türü olarak, hepimizin düzenli bir çevre yaratmada ve onu korumakta kesin çıkarı vardır. Bunun nedeni, davranışlarımızın çoğunun sonradan öğrenilmiş olmasıdır
Hafıza ve bilme ancak eylemlerimizin bağlamı genel olarak sabit kaldığı zamanca yararlı neticeler verir. Etrafımızdaki dünyanın bu istikran sayesindedir ki ancak daha evvel başarılı olmuş eylemler bugün ve yarın yinelenecek olsa muhtemelen yeniden başarılı olacaktır
İşverenimizle mi konuştuğumuza yoksa dostlarımızla mı çene çaldığımıza bağlı olarak değişik ses tonları ve değişik kelimeler kullanırız.
Bir çölde, insan aktifliğinin girmediği ve beşeri emellere uzak bir yerde, birinin toprak parçasını değişiğininkinden farklı kılan ne işaretler ne de çitler vardır; bir hayvan gübresi tamamen değişiğine eş, kendi başına bir anlamdan yoksundur, onu bir ötekisinden ayıracak hiçbir şey yoktur.
Özetleyecek olursak, anlamlı olan, tek başına işaretler değil, işaretler arasındaki karşıtlıktır. Denebilir ki, “biz” ile “onlar”, “burası” ile “orası”, “içerisi” ile “dışarısı” “yerli” ile “yabancı” ayrımları kültürlerin kurmuş olduğu ve sürdürdüğü en önemli farklılıklardan bazılarıdır.
Kadınlarla erkeklerin (elbiseleri, oyuncakları, oynanan oyunları, arkadaşlıkları, cesaretlendirildikleri ve cesaretlerinin kırıldığı ilgi alanları veya boş zamanlan geçirme biçimleri vb. İle doğdukları andan başlayarak hayat boyu süren kültürel olarak esinlenmiş ve yürütülen) oldukça farklı sosyal konumları ve farklı muameleye tabi tutulmaları, bir kere hayatın içindekiler cinsler arasındaki sosyal ayrımın bir şekilde ön belirlendiğini, insan bedeninin psikolojik yapısı gereği, “doğal” olduğunu kabul ettiklerinde, gerçek anlamda yerleşir ve güvenli duruma gelir ve böylece ister konuşma ve yürüme tarzı ister kullanılacak olan dil isterse duyguları dile getirme (veya getirmeme) tarzında olsun, gereği yerine getirilir ve yapılan hemen her şeyde dışa vurulur.
Birden fazla kültürel düzenlemenin etki alanlarını belirleyen bariz sınır çizgileri olmaksızın yan yana (yani, kültürel çoğulculuk şartlarında) var olduklarında, karşılıklı hoşgörü tüm yakıcılığıyla ihtiyaç duyulan, ama öyle kolayca ortaya çıkmayan bir tutumdur.
Devlet ve Millet
İlk başta, bir güç merkezi tarafından bir arada (tutulan özgün bir toprak parçası olmaksızın devletten bahsedemeyiz. Devletin otoritesinin işlediği alanın her ferdi devlete aittir. Aidiyetin bu durumda her şeyden önce yasal bir anlamı vardır. “Devlet otoritesi”, “ülke yasalarını” (devlet onları böyle bir itaatten muaf tutmadıkça) bu otoritenin tüm uyrukları, bir şekilde fiziksel olarak orada olan herkes tarafından uyulması gerekli olan kuralları- ilan etme ve dayatma yetisi demektir. Eğer hukuk kurallarına uyulmazsa, uymayanlar cezayı hak eder. İsteseler de istemeseler de boyun eğmeye zorlanırlar. Aslında devlet tek başına baskı uygulama hakkını elinde bulundurur (yasaları savunmak için silah kullanır, hapsetme yolu ile yasaları çiğneyenlerin özgürlüğünü ellerinden alır ve eğer ıslah şansı sıfırsa veya eğer yasa ihlali bağışlanamayacak kadar ciddiyse ve ölümden daha hafif cezası yoksa öldürür.
Devletin bir uyruğu olmanın hakların ve ödevlerin bir bileşimi olması, aynı zamanda hem korunduğumuz hem de ezildiğimizi hissetmemize neden olur.
Devletin dayattığı kaideler sıklıkla rahatımızı bozacak kadar fazla ve riskli görünür; hürlüğümüzü kısıtladıklarını düşünürüz. Devletin bakış açısından uyruklar, her şeyden önce devlet tasarrufunun nesneleridir.
Ulusa ve refahına şartsız vefa isteyen milliyetçilik akla ya da hesaba gerek duymaz. Millet devlet gibi ortak çıkarı gözlemek için girilen bir birlik değildir.
Milletle devletin evliliği hiçbir biçimde alınyazısı değildir; kendi rızalarıyla yapılmış bir evliliktir.